Sayfacıbaşının Seyİr Defterİ

Bir sayfacıbaşının gözünden, görsel-işitsel-düşünsel ve de geyiksel meselelerin gayri ciddi mütaalâlarını ihtiva eder.

28 Şubat 2007

Politikacı dediğin böyle olmalı... Samimi, ciddi...

Etiketler: ,

19 Şubat 2007

Anason kokulu, Gerets tıraşlı amcalar

Arabasızlık da, arabalılık da zor zanaat. İnsanın arabası oldu mu, benzin parası, park yeri, bakımı, vergisi, tekeri, yağı, suyu, otu, motu derken işler çığırından çıkıyor. Olmadı mı da ister istemez toplu taşıma araçlarıyla seyahat etme ihtiyacı doğuyor. Bir büyükşehirin öğrencisi olarak, tam "toplu taşıma araçlarına alıştım" diyecekken yeni bir ilginç hadiseyle karşılaşıyorum.

Gecelerim kayıp. Kurslara yazıldım. Üniversitedeki öğrencilik hayatımın, hayatımda bıraktığı kısa boş zamanları da kurslarda eğlenerek geçiriyorum. O yazılım dili senin, bu yazılım kursu benim derken, gecelerimi yazılımla doldurdum. Dolayısıyla artık toplu taşıma araçlarını geceleri de kullanıyorum.

Şehrin göbeğinden eve gelmek için bindiğim otobüslerde gördüm ki bizim "nezih" diye adlandırdığımız beldemiz geceleri değişiyormuş. Başlıkta yerlerini alan iki amca da benden bir iki durak sonra otobüsü şereflendirdiler. Evet, ilk dikkatimi çeken şey Geretsvari sakallardı. Beyazlamış, çokla pis sakal arası, yanakları biraz perdeleyen sakallar, amcaların en belirgin özelliğiydi belki de.

Amcalar, oturacak yer kalmayan otobüste yavaştan arkaya, benim oturduğum tarafa doğru ilerlemeye başladılar (muavine göre ilerlemek). Amcalardan biri tam yanımda durdu. Hayatta ağzına rakı sürmemiş biri olarak ben bu kesif kokuyu, uzaktan da olsa hissetmekte zorluk çekmedim. Amcalar muhabbete başladılar elbette.

Biri hikayesini diğeriyle paylaşırken, yüksek sesin gayet tabii bir sonucu olarak kulak misafiri oldum. Çok sevdiği arkadaşını kıramamış beraber gidip bir 35'lik devirmişler. Sonra da kahveye gitmişler, keşke gitmeselermiş. Bu amca, kıramayacağı bir başka arkadaşını görmüş. Bir de onunla devirmişler. Deviren devirene durumu bahis mevzuu iken, diğer amca şaşkınlığını gizleyemedi. "O içer miydi yahu! Bırakmadı mıydı?".

Her hohlamada, her nefes verişte, her gülüşte bir anason fırtınası solumdan sağıma hareket ediyordu. Bu sırada otobüs şöförümüz hızlı gitmenin kaygısıyla, normal olarak frenlere de asılmak zorunda kalıyordu. Amcalar bu işten pek memnun değillerdi. Ne de olsa ayakta durmakta zorluk çekiyorlardı, bir de sert frene ne hacet vardı! Şöför bir kaç sert fren daha yapsaydı, hayatımda bir ilkle daha karşılaşabilir, iki sarhoşun otobüste yere yuvarlanıp bol bol küfredip ardından da şöförle kapışmalarını izleyebilirdim herhalde.

TTT (Toplu Taşıma Takıntılarım) sürecek!

Etiketler: , , ,

15 Şubat 2007

İçim dışıma çıktı, içimdeki denizde boğuldum...

Daha önce size İspanyolca öğrenmeye başladığımdan bahsetmiş miydim? İnsan bir hikâyesinden çok bahsedince bir süre sonra o hikâyeyi unutmaya ve değiştirmeye başlar, der Poolo Koelo (Paulo Coelho), Zâhir adlı kitabında. Ardından şöyle devam eder: Hikâyeyi anlattıkça, içinden bir şeyler eksiltir ve başka eklemeler yapmaya başlar. O hikâye de giderek başka bir hikâyeye dönüşür. Ta ki gerçek hikâyeyi tümüyle unutana kadar.

Sanırım Koelo’nun (Coelho) sözleri tam olarak böyle değildi ve ben birilerine anlata anlata bir şeyler ekleyip çıkararak bunu değiştirdim. Aman canım, bu benim hikâyem değil ki… Benim bahsedeceğim hadisenin Koelo’yla zerre alakası yoktu aslında.

Dedim ya, bir İspanyolca sevdasına tutuldum, gidiyorum. İnternet sağ olsun, çok yardım edeyo bu konuda. Girdiğim İspanyolca sitelerinin haddi hesabı yok, üstelik bunun yanında arkadaşlık siteleri, çet oluşumları, forumlar falan falan derken, üç aşağı beş yukarı İspanyolcanın mantığını kaptığıma kanaat getirdim. Eh bu kadar çok öğrendiğimize göre artık sıra İspanyolca film izlemeye gelmişti, onu da yaptım!.. Yıllar önce çok sevgili sinema fanatiği kardeşim Blekhol'ün (Blackhole) * elinde gördüğüm ve fakat izlemek ancak bu zamana nasip olan İspanyol filmi Mar Adentro'dan söz edeceğim (yazıldığı gibi okunuyor, bunu sevmedim).

Bilen bilir, aslında seyir defterinin konseptine pek uymuyor.* Ne de olsa fazla dramatik görünümlü bir öyküsü var. Ama ben yine de normalizasyona, hüzne gark olup kederde boğulmadan, can alıcı bir iki noktayı söyleyip gideceğim.*. Öncelikle İspanyolcanın aksanı beni çok etkiledi. Biz bizdekilerden bu şekilde konuşanlara bayağı yukarıdan bakıyoruz bence. Adam taşralı, belki mevzu bununla ilgili bir şey. Ama cidden gördüm ki, İspanyolca öyle estetik kaygılar taşımayan, bildiğimiz Anadolu çocuğu aksanıyla yoğrulmuş bir dil gibi duruyor!

Ne o? Yoksa bu İspanyolca muhabbeti sıktı mı? Neyse bitti zaten. Bir de başrol oyuncumuz var ki, sahiden dillere destan*: Havyer Bardem (Javier Bardem). Filmin başlarından itibaren "ben bu adamı bir yerlerden tanıyorum ama nerden" düşünceleri kafamı işgal etti durdu. Filmin ortalarında, beynimin allak bullak olduğu yerlere geldiğimde, sağ yanda da görmüş olduğumuz kişiye benzettiğimi anladım. Kafamda şimşekler çaktı ve kendimce bir "evraka" dansı yaparak filmden tamamen koptum.

İnsanları birbirine benzetme konusunda ne kadar da başarılı (!) olduğumu gördünüz. Aynı Organize İşler'deki Şan Kanıri (Sean Connery) benzetmesi gibi.

El hasıl: Böyle dramatik bir film hakkında bile saçma sapan şeyler yazabildiğime göre artık ben kaçayım. Zaten bir arkadaşa bakıp çıkacaktım, arkadaş yokmuş.

Etiketler: , ,

13 Şubat 2007

Yenilendikçe Eskiyor Sanki İçten İçe

Blogırcı (Blogger+cı) olalı beri kendime uygun, eli ayağı düzgün bir tema/tempıleyt (thema/template) bulabilmiş değilim. Bu kullandığım da çok zoraki oldu ve hâlâ üzerinde hiç uğraşasım yok. Bana da eğreti duruyor gibi geldi. Defterimiz daha önce, Daglıs Bavmın'ın (Douglas Bowman) bir şaheseri olan Harbor adındaki görünüme bürünmüştü. Şimdi ise ne idüğü belirsiz alacalı bulacalı bir şey gibi. Sevmedim, yine değiştirmeye karar verdim.

Aslında benim favorim Vördpres (Wordpress) tasarımlarından Kürbik (Kubrick). Ama buna uygun bir Blogır entegresi bulmak çok zor. Yakında Blogır'dan terk-i diyar eyleyip Vördpreslere gark olursam hiç şaşırmayın derim...

Hatta az sonra çalışmalara başlıyorum.

Finalde ise özgür bir yiğidin karikatürü var.

Etiketler: , , , ,

07 Şubat 2007

Pop müziğin faydasını gördüm, gerçekten...

Uzun zamandır metal müzikle haşır neşir olduğumdan olsa gerek, bir sene öncesine kadar, yumuşak ve sade müziklere tahammül etmekte zorlanıyordum. Sertlik ve gürültüye alışmış kulağım daha hafifini kaldırmıyordu. Uyumaya hazırlık gibi bir şey hissediyor ve sıkılıyordum. Alternatif müzik bir ara hoşuma gitmeye başlamıştı. Birkaç hafta sonra metale dönüş yaptığımda, içimden “Oh be dünya varmış, işte aradığım şey buydu” nidalarına boğulduğumu anımsıyorum.

Ne değişti bilmiyorum ama yazın pank rak (punk rock) denen şeyin ne olduğunu merak ederek edindiğim birkaç albümün ardından, bu müzik türünde hoşuma giden bir şeyler olduğunu hissettim. Alman gruplarından Di Ertste (Die Ärzte), daha önce de dinlediğim fakat pek beğenmediğim pank rak gruplarındandı. Amerikalı Dı Ofsprink (The Offspring) de öyle. Ne oldu da beğenme güdüm artık bunlara beklediğimden ve eskisinden daha olumlu yaklaşabiliyor, bilmiyorum, anlayamıyorum. Ama şu bir gerçek: artık daha hafif müzikler için tahammül katsayım oldukça alt seviyelere düşmüş durumda.

Memlekete son gidişimde, dayıoğlunda ne kadar pop müzik varsa hepsini aldım, empeüç (mp3) çalarıma yükledim. İnanamıyorum ama artık sadece vuruşlarda ortaya çıkan baslara, aynı şekilde devam edip duran ve hatta hiçbir anlam ifade etmeyen melodilere, detone olmuş miks (mix) eklemelerine, yani kısaca tekno-dans-pop vs karışımı çorba müzikleri dinlemeye bile tahammül edebiliyorum.

Aslında iyi de oldu. Listıningim (listening) pek iyi değildir. Sanırım metal dinlerken müziğe o kadar yoğunlaşıyorum ki sözleri takip etmeyi canım hiç istemiyor. Yani şarkıda ne dediğini merak bile etmiyorum. Ama pop müzikte öyle mi! Pop müziğin inanılmaz iticiliği dolayısıyla, takip etmek istediğim, duyduğum, merak ettiğim birkaç kelime oluyor artık. Yani müzik öylesine dikkat dağıtıcı ki, ister istemez kendimi, sözleri takip ederken buluyorum.

Şakirağa’nın (Shakira) Hips dont lay (Hips don’t lie)’ını bile yenice dinledim. İspanyolca öğrenmeye başladığımdan beri nerdeyse altı kocaman ay geçti, hâlâ da hiçbir şey bilmiyor sayılırım. Bu yüzden, şarkıda geçen “komo se yama” (Como se llama) ve “sinyorita” (señorita) dizelerini ayırt edebilmek öylesine mutluluk verici oldu ki, gerçekten tarif etmeğe çalışsam zorluk çekerim.

Bir de Ritmo Kaliyente (Ritmo Caliente) mevzuu var ki nasıl dile getireceğimi bilmiyorum. Böyle güzel bir melodi nasıl katledilir, detonasyonun dibine nasıl vurulur, güzel bir şarkı nasıl harcanır, işte onun en güzel örneklerinden biri olmuş. Zaten şarkıyı icra edenleri internette bulmak bile çok güç: Alisya İstefano (Alycia Stefano) ve Terranegra. Şarkı o kadar güzel ki, bu kadar yıpratılmışlığa, detonasyona ve hırpalanmışlığa rağmen hâlâ cazip bir şeyleri var derinlerde.



Sözün kısası pop müziğin faydasını yeni anladım. Dil öğrenmek için müzikten soğumak ve söze odaklanabilmek lüzumunu gördüm. Darısı yeni pop şarkı facialarının başına.

Etiketler: